6 Aralık 2023 Çarşamba

GALİPTİR BU YOLDA MAĞLUP

 

Şevket, kendisini leyleklerin getirmediğini öğrendiğinde çok küçüktü. Kreşteki oyun masasının altında, çocukluk aşkını, Bade’yi bu yüzden öptü. Bu hadise pek de tatlı olmayan bir şekilde cereyan edince onu öptüğü masanın ebeveynleri ve öğretmenleri tarafından küçük çaplı bir kriz mahalline çevrilmesi de zaman almadı. Şevket’e bunun kötü bir şey olduğu söylendi. Çokça kez uyarıldı. Şevket, uyarıları ciddiye aldığını çocukluğa özgü bir tavırla gösterdi. Hıçkırık tutuncaya kadar bağıra bağıra ağladı. Bütün olan biten, Bade’nin Şevket’in de davetiyesinin olduğu bir düğünde Turgut’la evlenmesinden yıllar evvel oldu.

Şevket -herkesin aksine- doğaya bayılmazdı. Yeşile, ağaçlara özel bir ilgisi yoktu, hiç olmadı. Hayatının hiçbir döneminde pikniksever de olmadı. Havuzu, denizi, uzun süre yüzmeyi de sevemedi. Yeşili hiç sevmedi ama zengin mahallelerinde konuşlanan villaların yanından geçerken bir çam ağacı yahut da çimin spotlarla ışıklandırılması onu hep rahatlattı. Bazı insanlar için sivilce sıkmak, temizlik videoları izlemek ya da hüngür hüngür ağlamak ne kadar rahatlatıcıysa yeşilin soluk sarı bir ışıkla aydınlatılması da onun için o kadar rahatlatıcıydı.

Bade ve Şevket, ilkokulda aynı ilim irfan yuvasında fakat farklı sınıftalardı. Bade her teneffüs kız arkadaşlarıyla kol kola girip okulun geniş bahçesini turlarken, Şevket kâğıttan yapılmış futbol topuyla, takribi otuz çocuğun katıldığı sözde futbol, özde rugby maçlarını yapmaktaydı. Birkaç kez dudağı patladı, dizleri hep kan revandı. Maçların son saniyelerinde gol vuruşunu yapmaktan hiç kaçınmazdı ama golün teneffüs zilinden önce mi yoksa sonra mı atıldığı muallak olduğundan, pek gürültülü tartışmaların sonunda, kendini sınıfa zor atardı.

Okula başladıktan üç sene sonra, Şevketgiller farklı bir mahalleye taşındı. Şevket’in arkadaşsız büyüme serüveni böyle başladı. Gazetenin ne olduğunu yeni evlerinde öğrendi. Babası, taşınmadan önce ölmüştü ama Şevket bunu taşındıktan sonra fark etti. Kendisini leyleklerin getirmediğini öğrendikten bir süre sonra yani. Gazetelerin spor sayfalarında “galiptir bu yolda mağlup” başlığı atılan manşetler, en çok bu yüzden hoşuna gitti. Kendini mağlup bir yolda galip hissetmesi, son saniyede attığı gollerin asla karara bağlanmamasıyla bu yüzden ilişkilendirildi belki.

Bade, Şevket gittikten sonra onun varlığını unutmakta geç kalmadı. Her ne kadar ilk öpücüğün büyülü bir tarafı olduğundan söz edilebilirse de Şevket’in gidişi, büyünün bozulması anlamına geliyordu. Ayrıca o sene, Bade’nin yeni başladığı satranç kursunda bir sürü arkadaşı olmuştu. Belki bu yüzden satranç, üniversiteye kadar Bade’nin hayatının merkezinde kaldı. Ne Bade, ne arkadaşları ne de hocaları vazgeçti satrançtan. Belki bu, arkadaşlıklarının -en azından büyüyene kadar- devam edebilmesinin, arkadaşlık örgülerinin daha sıkı bağlanmasının bir yolu olduğu için devam etti yıllarca. Bade, belki de bu yüzden liselerarası turnuvalarda şampiyon oldu defalarca. Zafer bu yüzden en iyi arkadaşı oldu Bade’nin. Çünkü Bade’nin babası ona Letonya Gambiti’ni öğretmişti ve Zafer’in Bade’yle arkadaş olması, Letonya Gambiti içindi.

Bade -babasından aldığı tüyolarla- önce Letonya Gambiti’ni, sonra Fransız Savunması’nı, Sokolsky Açılışı’nı öğretti Zafer’e. Zafer, teşekkür etmek için misketlerini paylaştı Bade’yle. İlk birkaç sene, iki kardeşten farksız belki ama iki kardeşten öte, bildikleri her şeyi öğrettiler birbirlerine. Zafer, üniversite okumak için Ankara’ya gittiğinde, Bade, doğup büyüdükleri şehirde, Muğla’da kaldı. Ziraat mühendisi olmaya çabaladığı sırada, sınıf arkadaşı ve müstakbel kocası Turgut’la da burada tanıştı. Zafer, elektronörofizyoloji okurken Şevket’i tanıdı. Şevket’in Muğlalı olduğunu öğrenince bağlantısını hiç koparmadı ancak ahir ve kısa ömrü boyunca Şevket’in Bade’yi öpen ilk erkek oluşundan bir an olsun haberi olmadı.

Bade’nin evlilik davetiyesi basılır basılmaz ilk olarak Zafer’e gönderildi. Zafer, o sırada hocasının üşendiği bir seminere katılmak için İsveç’e gitmişti. Zafer dönene kadar evdeki kedisine bakması görevi ise doğal olarak Şevket’e verilmişti. Oysa Şevket, kedileri de sevmezdi. Bu teklifi de ev arkadaşının kedi tüyüne alerjisi olduğu yalanıyla reddetmeyi planlamıştı ama Zafer, “o zaman üç günlüğüne benim evde kal!” diye diretince çaresiz, Zafer’in evine yerleşmişti.

Zafer’in de içinde olduğu uçak Romanya sınırında düşüp bir enkaz yığınına dönüştüğünde ve Zafer de dâhil olmak üzere uçaktaki herkes ebedi bir ölüm sessizliğine kavuştuğunda Şevket uyanıktı. Şevket, Zafer’in salonundaki koltukta sızdığı sırada televizyon son dakika geçmeye başladı. Şevket’in bu elim hadiseden haberdar olması ise yaklaşık dokuz saat sonra, öğleden sonra saat iki sularında gerçekleşti. Uyanınca telefonunu eline almış, sosyal medyada gezinirken uçak kazasını okumuş, görmezden gelip duşa girmişti. Duştayken hatırladı uçağı, Stockholm’ü ve Zafer’i. Fark ettiğinde ağlamadı, şoka girmedi. Üzüldü mü bilinmez ama o haberi geçiştirdiği için belli belirsiz bir suçluluk hissetti, belki. Bir seneyi aşkındır arkadaşlardı, aynı şehirden gelmişlerdi ama Zafer’in ailesini, herhangi bir yakını, hatta bir yakınının olup olmadığını bile bilmiyordu. Salondaki koltuğa oturup etrafına boş boş bakarken ayağına dolanan Zafer’in kedisini görmezden geldi. O sırada, televizyonun üstündeki kuşe kâğıt dikkatini çekti. Aldı, okudu. Gördüğü şey sıradan bir düğün davetiyesiydi. Cırtlak bir fonun üstüne yazılmış “Bu mutlu günümüzde sizi de aramızda görmek isteriz” gibisinden klişe sözlerin altına alacalı bulacalı şekilde Turgut & Bade çiftinin isimleri yerleştirilmişti.

Şevket, Bade’nin kim olduğunu elbette anlamadı. Üç hafta sonraki düğüne gitme fikri de –doğal olarak- buradan peyda olmadı. Zaten yıllardır Muğla’ya uğramamıştı. Üstelik tanımadığı insanların düğününe gitmek için sebebi de yoktu. Zafer ölmüştü, Zafer’in tanıdığı kimse Şevket’in hayatında değildi. Eserekli ve duygusuz bir bakış açısıyla Şevket için bu durum tam bir “öküz öldü, ortaklığa paydos” ilanıydı. Evden çıkıp Zafer’in silinen hayatından kendini de çıkarmak üzereyken açlıktan neredeyse ağlarcasına miyavlayan kediyle göz göze geldi. Mamasını, suyunu verdi. Kedi iştahla doyuma ulaşırken onu izledi. Evine de kediyle beraber gitti.

Üç hafta sonra, otobüs Muğla Otogarı’na yanaşırken cumartesi gününün şafağı söküyor, kedi sessizce bekliyor, Şevket indikten hemen sonra yakacağı sigarayı parmakları arasında sabırsızca döndürüyordu. Haftalar önce kediyi alıp da evine gittiğinde, telefonunda görüp de görmezden geldiği haberi, Zaferin ölüm haberini düşünürken Bade’yi fark etmişti. Acaba Bade, Şevket’in kendisini leyleklerin getirmediğini yeni fark ettiği sıralarda öptüğü, sonrasında aileleri endişeyle bağırıp çağırırken muzip bir gülüşle bakıp da utandırdığı, nihayetinde kendisinin de hüngür hüngür ağlayarak krizi çözdüğü hikâyenin Bade’si olabilir miydi? Ankara’dan Muğla’ya gelene kadarki süreçte bunu öğrenmek için hiç çabalamadı Şevket. Sadece gitmek ve kendi kendine uydurduğu -pek çok açıdan eğlenceli dahi sayılamayacak- bir oyunun parçası olmak istemişti. Bir de kedi… Tüylerini, sesini, olur olmaz anlarda ayağının altında dolaşmasını sevmiyordu. Tahammül edemiyordu kediye. Aslında kediyi sevmediği söylenemezdi. Sadece, içten içe ona bakamayacağını hissetmişti.

Şevket, Muğla’ya geldiği andan itibaren bir düğün salonuna gideceğini düşünüyordu. Aslında, Bade için Zafer’in ne kadar yakın bir arkadaş olduğunu bilmediği için, düğünün iptal olup olmadığını da hesap edememişti. Yine de bir ölümün, bir düğünün, bir düğümün sağlanması için üç haftada kalıcı izler bırakabileceğine inanmamıştı. Bu yüzden binmişti otobüse, bu yüzden varmıştı Muğla’ya.

Davetiyedeki adrese ilk kez Muğla’da bakmıştı. Adresi görünce ilk başta anımsayamamış, sonrasında fark etmişti nereye gideceğini. Geniş, bahçelik alana geldiğinde “bu kadar değişmiş olamaz” diye düşündü. Hayatının ilk üç senesi, okulu artık yoktu. Okulun geniş bahçesi ortadan kalkmamış fakat okul binasının olduğu alan artık bu tip düğünlere de ev sahipliği yapan bir tür restoran hâlini almıştı. En uzak yerde, orada bulunan en pespaye giyimle, yani örgü bir ceket ve kırmızı bir bereyle, olan biteni izledi.

Gelin ve damat, şaşaalı alkışlar eşliğinde, bahçenin ortasına kurulmuş sahneye gelip dans ettiklerinde, seneler geçmesine karşın Bade’yi tanıyabildi. Gecenin sonu gelip de davetliler gelin ve damat ile beraber fotoğraf çektirme sırasına girip bekarlar da gelinin attığı çiçeği yakalamak istediklerinde Şevket, zamanın geldiğini anladı. Beresini kafasına taktı, kedinin olduğu taşıma çantasını eline alıp hızlı adımlarla gelin ile damadın yanına vardı.

Şevket, Bade ile Turgut’u kutladığı anlarda Zafer’in ölümüne dair bir üzüntü emaresi, herhangi bir mimik, fark edilebilecek minik bir detay aradı ancak bulamadı. Ne Bade ne de Turgut, Şevket’in kim olduğunu sordu. İki hayatın birleştirdiği mutluluğun insanların suratına gerçekten yerleştirdiği ifadenin dışında, gecenin getirmiş olduğu yorgunlukla biçimlenen yapmacık ifade hem gelinin hem de damadın yüzünde yer etmişti. Bu tip günlerin en kesif özelliği, böylesine günleri düzenleyenlerin bile bir an önce bitmesini istemesi diye düşündü Şevket.

Bade ile Turgut; kız isteme merasimini, bohçayı, kınayı bitirmişlerdi. Düğün de bitmek üzereydi ve yorgunluktan ayaklarına inmiş olan kara sular, çekilmek için çok şeyi değil, yalnızca dinlenmeyi istiyorlardı. Takılan onca para, altın, biraz önce restoranın arka tarafında birbirleri tarafından sökülmüş, güvenli bir kutuya konmuş ve son bölüm olan fotoğraf çekme kısmına geçilmişti. Herkes fotoğrafını çektirdikten sonra düğünün sona erdiği ilan edilmek üzereyken ikisinin de bilmediği fakat ikisinin de “herhalde karşı tarafın akrabası, tanıdığı” diye düşündüğü bir adam yanlarına geldi ve onları kutladı.

Bade ile Turgut, kim olduğunu bilmedikleri ve pek de umursamadıkları bu adamın gitmesini beklerlerken, tuhaf bir şey oldu. Adam elindeki taşıma çantasını Bade’ye uzattı ve “bence bu sizin ilk çocuğunuz olmalı” dedi. Bade, taşıma çantasını açıp kediyi gördükten sonra Turgut’a “ne dersin, alalım mı?” dercesine bakıp Turgut’un gözlerinden onay aldığını anlayınca teşekkür etti ve kediyi aldı.

Şevket, Bade ile Turgut çiftini kutlayıp da kediyi henüz evlenmiş ve hâlâ oldukça saf olduğuna kanaat getirdiği çocukluk aşkına hediye ettikten sonra gitmeye yeltendi. Tam arkasını dönerken Bade “bir ismi var mı?” dedi kediyi kast ederek. “İsterseniz ismini kullanmaya devam edebiliriz.”

Şevket, Bade’yi, Zafer’i, kediyi ve ölümü aynı anda düşündü. Karşısındaki kadın, Bade, gecenin yıldızlarından biri, Zafer’in arkadaşı, Turgut’un eşi, kedinin yeni sahibi ve kendisinin çocukluk aşkıydı. Öptüğü ilk ve şu ana kadarki son kadındı. Soruya cevap verirken dünyadaki aylak varlığı bir film şeridine dönüşmüştü bile. Bade’ye masanın altında kondurduğu öpücük, taşınmaları, gazete manşetleri, Zafer ve Zafer’in ismi ile galibiyet arasındaki eşdeğerlik aklının ucundan şöyle bir geçiriverdi. Sonra da aklına en sevdiği manşet geldi. ‘Galiptir bu yolda mağlup!’ Gülümseyerek, “mağlup!” dedi. Bade ve Turgut duydukları bu saçma ismi sorgularcasına baktıkları zaman “Galip’tir, bu yolda Mağlup. Siz isterseniz Galip de diyebilirsiniz, Mağlup da. Mutluluklar tekrardan.”

Bade ile Turgut’un cevap vermesine imkân tanımadan, onları yan yana, mutlu, şaşkın ve yorgun bir şekilde bırakarak uzaklaştı Şevket. Düğün bitip de kalabalık dağılınca, restoran da kapanmaya hazırdı. Masanın, sahnenin ve ağaçların çevresinde konuşlanan son spot ışık sönüp de yerdeki çimenleri ve etraftaki ağaçları soluk bir sarıyla aydınlatmayı bıraktığında, Şevket masadan kalktı.

Ömrünün en değerli, belki de en gerçek üç senesiydi. Kâğıttan futbol topu yaparak, dizlerini kanatarak, ilk öptüğü kızı her gün görerek geçen üç sene. Şimdi okulu yeni nesil bir düğün salonu; öptüğü kız taze bir gelin, kendisi ise eskimeye yüz tutmuş bir aylak olmuştu. Yine de kendi kendine uydurduğu oyunu zevkle oynamış; kediden kurtulmuş, Zafer’in silinen varlığını ise zihninde tatlı bir yer edinen kelime oyunuyla anıtmezara çevirmişti.

Şevket, Ankara’ya dönerken mutlu ve huzurluydu. Çünkü Muğla’dan zihnine kalan son görüntüde çimenleri spot ışıklar aydınlatıyordu ve üstelik kendisini leyleklerin getirmediğini hâlâ biliyordu. Adamakıllı tek arkadaşı ölmüş; çocukluk aşkı evlenmiş, ona karşı ne hissettiğinden bir türlü emin olamadığı kedi de eşantiyon olarak gitmişti. Yine de sorun yoktu. Nasıl derler?

Galipti, ama bu yolda mağlup olmuştu.




Açık Seçik Aşk Bandosu-Yüzündeki Ürkek Güzellik 


16 Ekim 2023 Pazartesi

MASADAKİ YABANCI

   Kadir, Emin’in peşine takılıp da aslında soğuk olan ama içini insan kalabalığı ısıttığından bu kusurunu saklayabilmiş barlardan birine girdiğinde, Emin’in küfesindeki bir yük hâline geldiğini hissediyordu. Emin’in arkadaşlarından müteşekkil masada, kendileriyle birlikte beş kişi vardı. Birbirine özlem duyan dostların suratlarına yerleşen kocaman gülümsemelerin peşi sıra gelen sarılmalar ve taş çatlasın yirmi saniye süren tanışma merasiminin ardından nihayet masaya oturulabilmişti.

    Kadir’e göre, haddinden fazla zaman geçirmeyi başarabilmiş insanların, geride bıraktıkları hatırı sayılır vakitlerden aldıkları yegâne miras, bir jargona, bir dile sahip olmalarıydı. Kadir dışında masadaki herkes birbirini uzun zamandır tanıyordu ve bu özel dil çoktan konuşulmaya başlanmıştı. Kadir, masada söylenen her şeyden dışlanmanın bir seçim değil zorunluluk olduğunu biliyordu. Çünkü o bir yabancıydı, belki bir vahşiydi. Bu dili konuşmayan başka biri. Konuşmaya başlasa ötekinin ötekisi olacağını da biliyordu. Aslında herkes farkındaydı. O masada,  Kadir’in dışındaki herkes yerini kendiliğiyle kaplayabiliyordu. Kadir ise, Emin’in arkadaşıydı. Onun fazlalığıydı. Tabaktaki tüm konular konuşulup tüketilene kadar sırası gelemezdi, çünkü kimse artıkçı olmayı kabullenmezdi. Hâl böyleyken Kadir’e düşen sessizce oturmak, söylenen her şeyi yanaklarını hafifçe acıtan bir gülümsemeyle onaylamaktı. Masada konuşulan o özel dilin tahakkümü bitip de tabaktaki konular afiyetle tüketildiğinde, Kadir’in sırası geldi. Onun nelerle ilgilendiğini sormayı sağ tarafında oturan Ece akıl etti. Kadir içten içe anlatabileceği çok şey olduğunu ve bunlarla tüm masayı doyurabileceğini düşünse de kendisine verilen ilk fırsatta beceremedi bunu. Sağdan soldan konuştu, alışkanlık edinilen şeylerden. Bir an vardır, insanların ne dediğinizle gerçekten hiç ama hiç ilgilenmediğini hissettirdiği o an. Gayriihtiyari bir şekilde geçiştirdikleri zaman, bunu kendileri de fark ederler ama dünyadaki diğer hataların aksine, mahcubiyet hissetmezler. İşlerine gelir çünkü. O anın göbeğine düştüğünü gördü Kadir. Tuvalete inip yarı sarhoş bir şekilde mırıldanarak işerken hissettiği utanç, kendisi ve diğer herkes için hissettiği utançtı. Masaya dönerken insanoğlunun yalnızlığını diğer insanların tam da karşısında hissetmesi ne tuhaf, diye düşündü. Masaya, belli belirsiz gülümsemelere, uslu çocuk olup susmaya, kendi kendine içmeye döndü.

    Masadaki kızın sevdiği adam geldiğinde ve sigara dumanını üstüne üflememesini söylediğinde düşünecek yeni bir şey çıktı Kadir’e. Onu bozmaya çalıştığı ve Kadir de bozulduğu için, adamın pek de güzel olmayan suratını dağıttığını düşündü. Yuvalarını neredeyse boşaltacak kadar belerttiği gözleriyle adamı incelemeye başladı. Onu yumruklarken parmaklarının eklemlerinden kanadığını hayal etti. Aklından geçeni sadece Emin anladı. Anladığı için de ilgilenmeye çalıştı Kadir’le. Kadir’i konuşturmayı denedi. Onu dizginlemek istediği için, fikirlerini rafa fırlatıp toz haline getirerek dikkatini dağıtmaya çalıştı. Bu kez Kadir, Ece’nin ona yaptığı gibi, gayriihtiyari geçiştirdi Emin’i ve hiç mi hiç mahcubiyet hissetmedi.

    Kadir’in sigarası, akşam gece yarısına dönerken bitti. İsminin Demet olduğunu sonradan öğrendiği garson kızdan bir kez daha sigara almaya utandığı için, Emin’e sigara almaya gittiğini söyleyerek masadan kalktı. Konur Sokak’ın başından sonuna dek uzanan yokuşu inerken cebinden çıkarttı, yarısı bile içilmemiş sigara paketini. Yakıp da içine çekerken düşündü kendisinin yürüyen bir küfeye ne kadar benzeyebileceğini. Kadir’in dönmediği fark edildiğinde, Güvenpark’a yağmur çiselemeye başlamıştı. Kadir, son sigarasını yakıp Ankara ayazına yakalandığında masadakiler onun dönmeyeceğini fark ettiler. Ece, Kadir’in sevgisiz büyüdüğüne hükmetti ve Emin, onu belli belirsiz bir baş hareketiyle onayladı.

Guayaquil: https://www.youtube.com/watch?v=4gh0WMMa76I&ab_channel=HermanosGuti%C3%A9rrez-Topic

15 Haziran 2023 Perşembe

Yağmurun Şenlikçisi

 “Azizim sen beni hiç benden dinlemedin ki,

beni yazan kalemler hep düşmanlarımın ellerindeydi.”

Ferîdüddin Attâr

            Bisiklet izleri, yağan yağmurun şenlikçisi olmuş. Bu hissi bilenler, toprağın kokusunu yadırgamazlar şüphesiz. Ağaçları çok olmayan şehirlerin zengin mahalleleri var. O mahalledeki evler istisnasız bahçelidir. Orada, toprak kokusu yoktur ama köpekler mütemadiyen havlaşır. Geçen çocuklar, dünyanın bir yerinde olduklarını bilirler. Bir histir çünkü bu, hem de yaşamakla eşdeğer. O çocuklardan biri değilim, çünkü olmadım. Çünkü seçmedim, oyunu böyle oynamayı.

            Bilindik hikâyeler hep şeytanı başkalarından dinlemek üzerine yazılmıştır. İnsan, insanın kurduysa eğer, başkaları şeytanın şeytanıdır. Yavuz hırsız belki bu yüzden ev sahibini bastırır, üzüm bu yüzden üzüme baka baka kararır. Bundandır, yağan yağmuru bisiklet izleri anımsatır. Kopuk parçalar da birbiriyle işte, böyle bağlanır. Bunun için hepsi kopmaya mahkûm kalır. Geçen çocuklar, oyunu oynamayı böyle öğrenirler.

            İzler, toprağa karışıp da yağmurun bittiğini haber ettiğinde, oyunu öğrenen çocuklar ukalalaşmıştır. Zira artık her biri, peşi sıra cesetlerini taşır. Yıllar yılı bir sanrının koynunda gezinmeyi âdet edinen çocuklar mevtaya ulaşır. Ölümün kokusu toprağa işte böyle bulaşır. Bir de suçlusu olmayan kimi günahlar vardır. Bilindik hikâyeler yazdırır. Şeytan, her seferinde yağmurun şenlikçileri tarafından taşlanır. Bu hissi bilenler, toprağın kokusunu aramazlar artık. Ortada bir ceset kalmıştır yalnız. Ölen eceliyle ölmüşse dahi, katili daima şeytandır. Geride kalan tüm üzümler ise, ebediyen kararır.

Dance Of The Bad Angels: https://www.youtube.com/watch?v=-dD82nGWC6E&ab_channel=panosc2

14 Ekim 2022 Cuma

Efrahim'in Cezası

Taşları rengârenk boyanmış merdivenin yanına geldiklerinde, kış bitmemişti. Yusuf’un kesik uçlu eldivenlerinin içine saklamaya çalıştığı elleri hava bozup da serinliğini ayaza çevirdiğinde morararak donmaya yüz tutardı. Firdevs bunu fark ettiği vakit kahverengi deri ceketinin ceplerini hafifçe aralayarak Yusuf’un parmaklarının donmasına engel olmaya çalışırdı. Nitekim birbirlerine ilk kez böyle dokundular. Yusuf’un donmaya teşne parmakları, Firdevs’in ellerinde açıldı. Firdevs, ne zaman bir çiçeği sulasa hadise Yusuf’un ellerine yoruldu. Kış bitti, ilkbahar da. Firdevs, çiçeğini sulamayı hiçbir zaman ihmal etmedi. Yusuf’un ellerine gözü gibi bakmaktan da vazgeçmedi. Yaz geldiğinde, Firdevs denize inmek istedi, döneceğini bilerek. Firdevs eve geç döndü. Döndüğünde de yeni bir çiçek getirdi yanında. Bunun da Yusuf’la ilgili olduğu düşünüldü ama sonra Firdevs çiçeği gizli bir odaya yerleştirdi. Diğerleri, o çiçeği bir daha hiç görmediler. Görmedikleri için de düşünmediler. Efrahim hariç.

Efrahim, Firdevs’in denize indiği yazdan hemen önce çıktı ortaya. Firdevs, Efrahim’i trene yetişmeye çalışırken ayakkabılarını ıslatan su birikintisinin yansımasında gördü ilk. Görmezden geldi. Efrahim'i ikinci kez gördüğünde kaçırdığı trenin kalkmakta olduğu peronda onu izliyordu. Firdevs Efrahim’e, Efrahim de Firdevs’e doğru yürümeye başladı ama karşı karşıya geldiklerinde bambaşka yerlere vardılar. Firdevs denize inmişti, Efrahim kubbeli; mutantan bir binaya bakıyordu. Firdevs, bir rüyaya; fazlaca inanılmış bir düşe yordu bunu. Efrahim, bunun çok eski bir ceza olduğunu biliyordu. Firdevs’in akıl erdirmesini istemedi bu sırra. Yine de tutamadı kendini, Firdevs’in uyuduğu denizin kenarına indi. Dalgalar arttı, Efrahim, Firdevs’e baktıkça baktı. Firdevs uyandığında, dizlerinin yanında bir çiçek buldu. Bu defa gecikmemek için erkenden çıktığı yolda, ne suda ne vagonda gördü Efrahim’i. Ancak trene binip çiçeği eline aldığında, duymadığı ama zihninde yankılanan bir ses buldu. Ses Firdevs’e, eski bir şiir dizesi söyledi. Firdevs çiçeği elinden bıraktığında yankı kesildi. Firdevs o zaman akıl erdirdi bu sırra. Efrahim o zaman göründü, Firdevs’in karşısında. Efrahim, tren Firdevs’in diyarına gelinceye dek hiç konuşmadı. Firdevs, çok soru sordu ama hiçbiri cevaplanmadı. Efrahim, parmaklarını Firdevs’in ceketine doğru uzatınca, kayboldu yeniden. Kayboldu çünkü Firdevs, tutmadı ellerini Efrahim’in.  Firdevs’in elleri, çoktan ait olmuştu geride kalan Yusuf’a. Efrahim’in bedeni solup da görünmez olduğunda, Firdevs döndü yurduna.

Efrahim’den önce Yusuf vardı. Efrahim’den sonra da. Yusuf’un Firdevs’i beklediği yaz boyunca, ellerinin yandığı düşünüldü. Avuçlarının içi dağlanmış, bileklerine kadar cılk yara, görenlere göre Yusuf’un elleri, güneşte böyle olmuş. Yaz bitip de Firdevs dönünce, hayretle baktı Yusuf’un ellerine. Yusuf’un gözleri Firdevs’te, hiç konuşmadan anlaştılar. Firdevs her gün bardaklarca zeytinyağını döke döke iyi etti Yusuf’un ellerini. Kış geldiğinde Yusuf, elleri Firdevs’in ceketinin ceplerinde, moraran ellerini ısıttı. Sonunda, Yusuf’un gözleri kapalı, Firdevs’in elleri Yusuf’un omzunda, sarıldılar. Firdevs ve Yusuf sarıldıktan sonra, güneş başka açtı Yusuf’un üzerine, ayaz başka. Bir daha hiç morarmadı elleri Yusuf’un ve yanmadı da. O kıştan sonra hem Yusuf gözü gibi baktı Firdevs’e hem de Firdevs Yusuf’a. Firdevs her gün güneşte daha da sararan saçlarını savurarak çiçeklerini yeniden sulamaya başladığında Yusuf’un ömrünün bir çiçekten uzun olduğu söylendi. Ancak hangi çiçeğin solacağını kimse bilemedi.  

Bu esnada Efrahim, anca varmış Firdevs’in diyarına, bir yokuştan geçiyordu. Boyası akmaya yüz tutmuş merdivenlerden inerken, onu Firdevs’le karşılaştığında görünmez kılan cezayı aklına getirmedi.  Son basamağa geldiğinde, düğmeleri kopuk hırkasının yakalarını elleriyle birleştirerek ısınmaya çalıştı. Benzi iyiden iyiye beyazlamıştı. Ellerine baktı. Beyaz değildi. Kafasını kaldırdığında gördü Firdevs’i. Tokasını çıkarmış, saçlarını savuruyordu. Firdevs sarı saçlarını toplayan tokasını çıkartıp saçlarını açtıktan sonra, Efrahim’i bir daha gören olmadı. Efrahim’den geriye bir tren yolculuğunun çınlayan yankısı kaldı. Firdevs ile Yusuf’un hikâyesini anlatanlar, yıllar sonra Firdevs’in odasında solmuş bir nergis buldular. Eskimiş, yırtık bir kâğıt parçası vardı nergisin yanında. Kâğıdın üstünde “Seni Yusuf’la güzellikte sorsalar bana, Yusuf’u görmedim amma, seni rana bilirim” yazmaktaydı. Okuyanlar, bu sözleri Yusuf’un Firdevs’e aşkına yordular.


While Your Lips Are Still Red: https://www.youtube.com/watch v=E_K7nBps5GY&ab_channel=DreamWhiTe