Şevket, kendisini leyleklerin getirmediğini
öğrendiğinde çok küçüktü. Kreşteki oyun masasının altında, çocukluk aşkını,
Bade’yi bu yüzden öptü. Bu hadise pek de tatlı olmayan bir şekilde cereyan
edince onu öptüğü masanın ebeveynleri ve öğretmenleri tarafından küçük çaplı
bir kriz mahalline çevrilmesi de zaman almadı. Şevket’e bunun kötü bir şey
olduğu söylendi. Çokça kez uyarıldı. Şevket, uyarıları ciddiye aldığını
çocukluğa özgü bir tavırla gösterdi. Hıçkırık tutuncaya kadar bağıra bağıra
ağladı. Bütün olan biten, Bade’nin Şevket’in de davetiyesinin olduğu bir
düğünde Turgut’la evlenmesinden yıllar evvel oldu.
Şevket -herkesin aksine- doğaya bayılmazdı. Yeşile,
ağaçlara özel bir ilgisi yoktu, hiç olmadı. Hayatının hiçbir döneminde
pikniksever de olmadı. Havuzu, denizi, uzun süre yüzmeyi de sevemedi. Yeşili
hiç sevmedi ama zengin mahallelerinde konuşlanan villaların yanından geçerken
bir çam ağacı yahut da çimin spotlarla ışıklandırılması onu hep rahatlattı.
Bazı insanlar için sivilce sıkmak, temizlik videoları izlemek ya da hüngür
hüngür ağlamak ne kadar rahatlatıcıysa yeşilin soluk sarı bir ışıkla aydınlatılması da onun için o kadar rahatlatıcıydı.
Bade ve Şevket, ilkokulda aynı ilim irfan yuvasında
fakat farklı sınıftalardı. Bade her teneffüs kız arkadaşlarıyla kol kola girip
okulun geniş bahçesini turlarken, Şevket kâğıttan yapılmış futbol topuyla,
takribi otuz çocuğun katıldığı sözde futbol, özde rugby maçlarını yapmaktaydı. Birkaç
kez dudağı patladı, dizleri hep kan revandı. Maçların son saniyelerinde gol
vuruşunu yapmaktan hiç kaçınmazdı ama golün teneffüs zilinden önce mi yoksa
sonra mı atıldığı muallak olduğundan, pek gürültülü tartışmaların sonunda, kendini
sınıfa zor atardı.
Okula başladıktan üç sene sonra, Şevketgiller farklı
bir mahalleye taşındı. Şevket’in arkadaşsız büyüme serüveni böyle başladı.
Gazetenin ne olduğunu yeni evlerinde öğrendi. Babası, taşınmadan önce ölmüştü
ama Şevket bunu taşındıktan sonra fark etti. Kendisini leyleklerin
getirmediğini öğrendikten bir süre sonra yani. Gazetelerin spor sayfalarında “galiptir
bu yolda mağlup” başlığı atılan manşetler, en çok bu yüzden hoşuna gitti. Kendini
mağlup bir yolda galip hissetmesi, son saniyede attığı gollerin asla karara
bağlanmamasıyla bu yüzden ilişkilendirildi belki.
Bade, Şevket gittikten sonra onun varlığını unutmakta
geç kalmadı. Her ne kadar ilk öpücüğün büyülü bir tarafı olduğundan söz
edilebilirse de Şevket’in gidişi, büyünün bozulması anlamına geliyordu. Ayrıca
o sene, Bade’nin yeni başladığı satranç kursunda bir sürü arkadaşı olmuştu.
Belki bu yüzden satranç, üniversiteye kadar Bade’nin hayatının merkezinde kaldı.
Ne Bade, ne arkadaşları ne de hocaları vazgeçti satrançtan. Belki bu,
arkadaşlıklarının -en azından büyüyene kadar- devam edebilmesinin, arkadaşlık
örgülerinin daha sıkı bağlanmasının bir yolu olduğu için devam etti yıllarca.
Bade, belki de bu yüzden liselerarası turnuvalarda şampiyon oldu defalarca.
Zafer bu yüzden en iyi arkadaşı oldu Bade’nin. Çünkü Bade’nin babası ona
Letonya Gambiti’ni öğretmişti ve Zafer’in Bade’yle arkadaş olması, Letonya
Gambiti içindi.
Bade -babasından aldığı tüyolarla- önce Letonya
Gambiti’ni, sonra Fransız Savunması’nı, Sokolsky Açılışı’nı öğretti Zafer’e.
Zafer, teşekkür etmek için misketlerini paylaştı Bade’yle. İlk birkaç sene, iki
kardeşten farksız belki ama iki kardeşten öte, bildikleri her şeyi öğrettiler
birbirlerine. Zafer, üniversite okumak için Ankara’ya gittiğinde, Bade, doğup
büyüdükleri şehirde, Muğla’da kaldı. Ziraat mühendisi olmaya çabaladığı sırada,
sınıf arkadaşı ve müstakbel kocası Turgut’la da burada tanıştı. Zafer, elektronörofizyoloji
okurken Şevket’i tanıdı. Şevket’in Muğlalı olduğunu öğrenince bağlantısını hiç
koparmadı ancak ahir ve kısa ömrü boyunca Şevket’in Bade’yi öpen ilk erkek
oluşundan bir an olsun haberi olmadı.
Bade’nin evlilik davetiyesi basılır basılmaz ilk
olarak Zafer’e gönderildi. Zafer, o sırada hocasının üşendiği bir seminere
katılmak için İsveç’e gitmişti. Zafer dönene kadar evdeki kedisine bakması
görevi ise doğal olarak Şevket’e verilmişti. Oysa Şevket, kedileri de sevmezdi.
Bu teklifi de ev arkadaşının kedi tüyüne alerjisi olduğu yalanıyla reddetmeyi
planlamıştı ama Zafer, “o zaman üç günlüğüne benim evde kal!” diye diretince
çaresiz, Zafer’in evine yerleşmişti.
Zafer’in de içinde olduğu uçak Romanya sınırında düşüp bir enkaz
yığınına dönüştüğünde ve Zafer de dâhil olmak üzere uçaktaki herkes ebedi bir ölüm sessizliğine
kavuştuğunda Şevket uyanıktı. Şevket, Zafer’in salonundaki koltukta sızdığı
sırada televizyon son dakika geçmeye başladı. Şevket’in bu elim hadiseden
haberdar olması ise yaklaşık dokuz saat sonra, öğleden sonra saat iki sularında
gerçekleşti. Uyanınca telefonunu eline almış, sosyal medyada gezinirken uçak
kazasını okumuş, görmezden gelip duşa girmişti. Duştayken hatırladı uçağı,
Stockholm’ü ve Zafer’i. Fark ettiğinde ağlamadı, şoka girmedi. Üzüldü mü
bilinmez ama o haberi geçiştirdiği için belli belirsiz bir suçluluk hissetti,
belki. Bir seneyi aşkındır arkadaşlardı, aynı şehirden gelmişlerdi ama Zafer’in
ailesini, herhangi bir yakını, hatta bir yakınının olup olmadığını bile
bilmiyordu. Salondaki koltuğa oturup etrafına boş boş bakarken ayağına dolanan
Zafer’in kedisini görmezden geldi. O sırada, televizyonun üstündeki kuşe kâğıt
dikkatini çekti. Aldı, okudu. Gördüğü şey sıradan bir düğün davetiyesiydi.
Cırtlak bir fonun üstüne yazılmış “Bu mutlu günümüzde sizi de aramızda görmek
isteriz” gibisinden klişe sözlerin altına alacalı bulacalı şekilde Turgut & Bade çiftinin isimleri
yerleştirilmişti.
Şevket, Bade’nin kim olduğunu elbette anlamadı. Üç
hafta sonraki düğüne gitme fikri de –doğal olarak- buradan peyda olmadı. Zaten
yıllardır Muğla’ya uğramamıştı. Üstelik tanımadığı insanların düğününe gitmek
için sebebi de yoktu. Zafer ölmüştü, Zafer’in tanıdığı kimse Şevket’in
hayatında değildi. Eserekli ve duygusuz bir bakış açısıyla Şevket için bu durum
tam bir “öküz öldü, ortaklığa paydos” ilanıydı. Evden çıkıp Zafer’in silinen
hayatından kendini de çıkarmak üzereyken açlıktan neredeyse ağlarcasına
miyavlayan kediyle göz göze geldi. Mamasını, suyunu verdi. Kedi iştahla doyuma
ulaşırken onu izledi. Evine de kediyle beraber gitti.
Üç hafta sonra, otobüs Muğla Otogarı’na yanaşırken cumartesi
gününün şafağı söküyor, kedi sessizce bekliyor, Şevket indikten hemen sonra yakacağı
sigarayı parmakları arasında sabırsızca döndürüyordu. Haftalar önce kediyi alıp
da evine gittiğinde, telefonunda görüp de görmezden geldiği haberi, Zafer’in ölüm haberini düşünürken Bade’yi fark etmişti. Acaba Bade, Şevket’in kendisini leyleklerin getirmediğini yeni fark ettiği sıralarda öptüğü, sonrasında aileleri endişeyle bağırıp çağırırken
muzip bir gülüşle bakıp da utandırdığı, nihayetinde kendisinin de hüngür hüngür
ağlayarak krizi çözdüğü hikâyenin Bade’si olabilir miydi? Ankara’dan Muğla’ya
gelene kadarki süreçte bunu öğrenmek için hiç çabalamadı Şevket. Sadece gitmek
ve kendi kendine uydurduğu -pek çok açıdan eğlenceli dahi sayılamayacak- bir
oyunun parçası olmak istemişti. Bir de kedi… Tüylerini, sesini, olur olmaz
anlarda ayağının altında dolaşmasını sevmiyordu. Tahammül edemiyordu kediye.
Aslında kediyi sevmediği söylenemezdi. Sadece, içten içe ona bakamayacağını
hissetmişti.
Şevket, Muğla’ya geldiği andan itibaren bir düğün
salonuna gideceğini düşünüyordu. Aslında, Bade için Zafer’in ne kadar yakın bir
arkadaş olduğunu bilmediği için, düğünün iptal olup olmadığını da hesap edememişti.
Yine de bir ölümün, bir düğünün, bir düğümün sağlanması için üç haftada kalıcı
izler bırakabileceğine inanmamıştı. Bu yüzden binmişti otobüse, bu yüzden
varmıştı Muğla’ya.
Davetiyedeki adrese ilk kez Muğla’da bakmıştı. Adresi
görünce ilk başta anımsayamamış, sonrasında fark etmişti nereye gideceğini.
Geniş, bahçelik alana geldiğinde “bu kadar değişmiş olamaz” diye düşündü.
Hayatının ilk üç senesi, okulu artık yoktu. Okulun geniş bahçesi ortadan
kalkmamış fakat okul binasının olduğu alan artık bu tip düğünlere de ev
sahipliği yapan bir tür restoran hâlini almıştı. En uzak yerde, orada bulunan
en pespaye giyimle, yani örgü bir ceket ve kırmızı bir bereyle, olan biteni
izledi.
Gelin ve damat, şaşaalı alkışlar eşliğinde, bahçenin
ortasına kurulmuş sahneye gelip dans ettiklerinde, seneler geçmesine karşın Bade’yi
tanıyabildi. Gecenin sonu gelip de davetliler gelin ve damat ile beraber
fotoğraf çektirme sırasına girip bekarlar da gelinin attığı çiçeği yakalamak
istediklerinde Şevket, zamanın geldiğini anladı. Beresini kafasına taktı, kedinin
olduğu taşıma çantasını eline alıp hızlı adımlarla gelin ile damadın yanına
vardı.
Şevket, Bade ile Turgut’u kutladığı anlarda Zafer’in
ölümüne dair bir üzüntü emaresi, herhangi bir mimik, fark edilebilecek minik
bir detay aradı ancak bulamadı. Ne Bade ne de Turgut, Şevket’in kim olduğunu
sordu. İki hayatın birleştirdiği mutluluğun insanların suratına gerçekten
yerleştirdiği ifadenin dışında, gecenin getirmiş olduğu yorgunlukla biçimlenen
yapmacık ifade hem gelinin hem de damadın yüzünde yer etmişti. Bu tip günlerin
en kesif özelliği, böylesine günleri düzenleyenlerin bile bir an önce bitmesini
istemesi diye düşündü Şevket.
Bade ile Turgut; kız isteme merasimini, bohçayı,
kınayı bitirmişlerdi. Düğün de bitmek üzereydi ve yorgunluktan ayaklarına inmiş
olan kara sular, çekilmek için çok şeyi değil, yalnızca dinlenmeyi
istiyorlardı. Takılan onca para, altın, biraz önce restoranın arka tarafında
birbirleri tarafından sökülmüş, güvenli bir kutuya konmuş ve son bölüm olan
fotoğraf çekme kısmına geçilmişti. Herkes fotoğrafını çektirdikten sonra düğünün sona erdiği ilan
edilmek üzereyken ikisinin de bilmediği fakat ikisinin de “herhalde karşı
tarafın akrabası, tanıdığı” diye düşündüğü bir adam yanlarına geldi ve onları
kutladı.
Bade ile Turgut, kim olduğunu bilmedikleri ve pek de umursamadıkları bu adamın gitmesini beklerlerken, tuhaf bir şey
oldu. Adam elindeki taşıma çantasını Bade’ye uzattı ve “bence bu sizin ilk
çocuğunuz olmalı” dedi. Bade, taşıma çantasını açıp kediyi gördükten sonra Turgut’a
“ne dersin, alalım mı?” dercesine bakıp Turgut’un gözlerinden onay aldığını
anlayınca teşekkür etti ve kediyi aldı.
Şevket, Bade ile Turgut çiftini kutlayıp da kediyi
henüz evlenmiş ve hâlâ oldukça saf olduğuna kanaat getirdiği çocukluk aşkına hediye ettikten sonra gitmeye yeltendi. Tam arkasını dönerken Bade “bir ismi var mı?”
dedi kediyi kast ederek. “İsterseniz ismini kullanmaya devam edebiliriz.”
Şevket, Bade’yi, Zafer’i, kediyi ve ölümü aynı anda
düşündü. Karşısındaki kadın, Bade, gecenin yıldızlarından biri, Zafer’in
arkadaşı, Turgut’un eşi, kedinin yeni sahibi ve kendisinin çocukluk aşkıydı.
Öptüğü ilk ve şu ana kadarki son kadındı. Soruya cevap verirken
dünyadaki aylak varlığı bir film şeridine dönüşmüştü bile. Bade’ye masanın
altında kondurduğu öpücük, taşınmaları, gazete manşetleri, Zafer ve Zafer’in
ismi ile galibiyet arasındaki eşdeğerlik aklının ucundan şöyle bir geçiriverdi.
Sonra da aklına en sevdiği manşet geldi. ‘Galiptir bu yolda mağlup!’
Gülümseyerek, “mağlup!” dedi. Bade ve Turgut duydukları bu saçma ismi
sorgularcasına baktıkları zaman “Galip’tir, bu yolda Mağlup. Siz isterseniz
Galip de diyebilirsiniz, Mağlup da. Mutluluklar tekrardan.”
Bade ile Turgut’un cevap vermesine imkân tanımadan,
onları yan yana, mutlu, şaşkın ve yorgun bir şekilde bırakarak uzaklaştı
Şevket. Düğün bitip de kalabalık dağılınca, restoran da kapanmaya hazırdı. Masanın,
sahnenin ve ağaçların çevresinde konuşlanan son spot ışık sönüp de yerdeki
çimenleri ve etraftaki ağaçları soluk bir sarıyla aydınlatmayı bıraktığında, Şevket
masadan kalktı.
Ömrünün en değerli, belki de en gerçek üç senesiydi.
Kâğıttan futbol topu yaparak, dizlerini kanatarak, ilk öptüğü kızı her gün
görerek geçen üç sene. Şimdi okulu yeni nesil bir düğün salonu; öptüğü kız taze
bir gelin, kendisi ise eskimeye yüz tutmuş bir aylak olmuştu. Yine de kendi
kendine uydurduğu oyunu zevkle oynamış; kediden kurtulmuş, Zafer’in silinen
varlığını ise zihninde tatlı bir yer edinen kelime oyunuyla anıtmezara
çevirmişti.
Şevket, Ankara’ya dönerken mutlu ve huzurluydu. Çünkü
Muğla’dan zihnine kalan son görüntüde çimenleri spot ışıklar aydınlatıyordu ve
üstelik kendisini leyleklerin getirmediğini hâlâ biliyordu. Adamakıllı tek
arkadaşı ölmüş; çocukluk aşkı evlenmiş, ona karşı ne hissettiğinden bir türlü
emin olamadığı kedi de eşantiyon olarak gitmişti. Yine de sorun yoktu. Nasıl
derler?
Galipti, ama bu yolda mağlup olmuştu.
Açık Seçik Aşk Bandosu-Yüzündeki Ürkek Güzellik